Soğuk ve karlı bir kış gününde gelen, 6 Şubat Maraş ve Hatay depremleri ile etkisi yıllarca süren büyük şoklar ve travmalar yaşadık ve yaşıyoruz. 7,7 ve 7,6 şiddetinde olan bu deprem maalesef 50 binin üzerinde can kaybına ve yüzbinlerce insanımızın yaralanmasına ve on binlerce binanın yıkılmasına sebep olmuştur. Aradan bir ay geçmeden bu defada Şanlıurfa’da ve Adıyaman’daki büyük sel felaketi ile de çok can ve mal kaybımızla yeni şoklar yaşadık.
Ama bu yazıdaki deprem yaşadığımız bu deprem değil.
Yanardağ patlaması, yağmur sel tufan ve depremler tusinamiler birer doğa olayıdır. Yüzbinlerce sene öncede vardı, bizden milyonlarca sene sonrada olacaktır.
On binlerce seneden beri, avcılık ve toplayıcılıkla konargöçer yaşayan insanlar, yaklaşık 12 bin sene önce, yerleşik düzene geçmeye başlamışlar.
Yapılan araştırmalar, uzun yıllar insanlar, amansız doğa olaylarını kendi duyuları ve aklınca anlamaya ve kendine göre yorumlamaya ve ona hâkim olmaya çalışmıştır.
İnsanlar binlerce on binlerce sene hep gördüklerine inanmışlardır. Bundan dolayı dünyanın değil, güneşin dünya etrafında döndüğüne ve dünyanın yuvarlak top şeklinde değil, tepsi gibi düz olduğunu kabul ediyorlardı. Çünkü çıplak gözle öyle görüyorlardı. O zamana kadar olayları ve varlıkları akıl yürütme veya yakıştırma ile düşünüyorlardı.
Bizler genelde önyargılarımızı bilgi sanırız. Hâlbuki bilimsel düşünmenin temeli gözlem deney ölçüm ve kuşkuya dayanır. Yönetimde ve üretimde ön yargılarımız büyük sorunlar yaratır. İdeolojilerde ön yargılar maalesef aklın rehberi olur
MÖ. Altı yüzlere gelinceye kadar toplum din efsane ve mitoloji ile idare ediliyordu. Bu yıllarda Eski Yunana bağlı, batı Anadolu’da İyona bölgesinde, Miletos şehrinde bilim ve felsefede birinci aydınlanma dönemi başladı.
Varlıkların ne olduğunun araştırılması ve doğanın düşüncenin temel meselesi olarak düşünülmeye başlanması doğa filozoflarının çerçevesini oluşturmuştur. Efsanelerin din ve mitolojilerin dışına çıkarak varlıkların nedenlerinin araştırılmasını başlatan Miletoslu Thales olmuştur.
Antik çağda doğa filozoflarını takip eden Sokrates, Platon ve Aristo gibi düşünürlerde yaratılış, kâinat insan hayat ve doğa olayları üzerine üzerine çok kıymetli fikirler ürettiler. Derken Hz. İsa ve Hristiyanlık dini ile birlikte dünya, 1400 yıl süren Ortaçağ Avrupası dediğimiz karanlık bir döneme girdi. Bu dönemde din adamları yani papa papaz ve rahipler çok güçlü bir sistem oluşturmuşlardı. Din çok büyük baskı aracı olmuştu.
Bir yandan Haçlı seferleri ile Avrupa’nın matbaa, pusula ve barutla tanışmasından ve Fatihin İstanbul’u fetih etmesi, İpek ve Baharat yolunun da Osmanlının eline geçmesi ve Araplardan getirilen kitapların tercüme edilmeleri ile Avrupa’da yeni bir dönem başlıyordu.
Bu dönemde, Kopernik, Kepler Galile ve Newton bilimsel devrimin öncüleri olmuşlardır. 1543 yılında Kopernik güneşin değil dünyanın güneşin etrafında döndüğünü geliştirdiği teleskopla ispat etmesi kiliseyi çok zor durumda bırakmıştır. Çünkü İncil’de bunların tersi yazılıyordu. İnsanların kiliseye olan inançlarında zayıflıklar belirdi
Bu saydığımız nedenlerle büyük keşifler başlamış oldu. İspanya ve Portekiz başta olmak üzere Avrupalılar gittikleri ülkelerde koloniler kurdular ve oraların yeraltı yer üstü zenginliklerini ülkelerine taşıdılar. Avrupa’da burjuva sınıfı dediğimiz zengin bir sınıf oluştu. Bu sınıf kralla işbirliği yaparak papaz Martin Luther önderliğinde dinde reform yaptılar. Burjuvazi dediğimiz zengin tüccar sınıfın öncülüğünde sanatta edebiyatta mimarlıkta ve heykeltıraşlıkta büyük gelişmelerle Rönesans yani yeniden doğuş dönemi ve ikinci aydınlanma dönemi başladı.
Bilim ve sanatta bir biri ardınca büyük gelişmeler oldu ama halkın atalardan gelen önyargıları yerine bunları kabul etmesi kolay bir olay değildi.
Burada Portekiz’in başkenti büyük Lizbon depremi insanların aklını başına getirdi.
Batıda kilise gücünün tamamen yıkılması ve bugünkü seküler ve laik toplumu kuran “aydınlanma” hareketinin mutlak başarısını bu depreme borçlu olduğunu biliyor muydunuz? Bende yeni öğrendim
1 Kasım 1755 günü o sırada Brezilya’dan Ekvator Afrika’sına, oradan Güney Çin’e kadar hakim olan büyük Portekiz Krallığı’nın görkemli başkenti Lizbon, 7.7 şiddetinde bir depremle yıkıldı yerle bir oldu taş üstünde taş kalmamıştı. Aslında depremin kendisi kadar öldürücü olan büyük bir tsunami de şehri yıkıp geçmişti. İki yüz bin nüfuslu bu şehirde yüz binin üstünde can kaybına on binlerce binanın yıkılmasına sebep olmuştu.
Avrupa Kıtasının tarihinde tanık olduğu en büyük doğal felaket tam da Azizler Bayramı günü, koyu Katolik ahali kiliselere ayin için toplanmışken gerçekleşti. Hemen bütün kiliseler, manastırlar, şehrin en gözde semtleri ve limanı on binlerce insana mezar oldu. Gelgelelim hayretle fark edildi ki, özellikle genelevler, batakhaneler, kumarhaneler depremden etkilenmeden ayakta kalmıştı. O sırada buralarda bulunanlar da kurtuldu.
Kilise (Roma) bu rezalete bir açıklama bulmaya çalışırken, zamanın büyük düşünürleri Leibniz, Voltaire, Rousseau olayı tartışan yazılar, kitaplar, şiirler kaleme aldılar. Bu olayla insan hayatını, gelişimini, başarılarını belirleyenin din değil akıl ve bilim olduğu tezleri bir kere daha ve kesin şekilde ispatlanmış sayıldı.
Neden mi? Zira Lizbon’da dini yapılar, nezih mahalleler, okullar, saygın ve mutaassıp ailelerin evleri şehrin sahile yakın ve yumuşak topraklı düzlük kısmında yapılmışken; bütün batakhaneler, genelevler, kumarhaneler, kısaca günah yuvaları göz önünden biraz uzak çevrede tepelerde kayalık arazinin içlerine saklanmışlardı.
Böylece o gün kimin ölüp kimin kurtulacağına, din iman ibadet gibi ilahi yasalar değil; tabiat, jeoloji ve fizik yasaları karar vermişti.
Bu büyük felaket insanların şuurunda büyük sıçramaya sebep oldu. Artık anlaşıldıki, bilinmeyenin bilgisi bilimdir. Bilim sadece görünenleri değil, bilinmeyenin de bilgisini üretmeye çalışır ve görünenide şekillendirir. Bu nedenle Sosyal olaylarda kesin tavırlı ve katı inançlı olmak doğru değildir. Çünkü sosyal realiteler fiziksel gerçeklerden daha karmaşıktır.
Halbuki, radikal fanatik ideolojiler, kesin ve inançlı olmamızı isterler. Olaylar ve kişiler karşısında aklımızı bilgi ile yönetmeliyiz. ideolojiler büyük çapta önyağılara ve soyut akıl yürütmeye veya yakıştırmaya dayanır. Bilimden uzak bir toplumda nereye bakarsak hep çeşitli kalıplar şablonlar vardır. Bundan dolayı “ en hakiki mürşit yani en hakiki yol gösteren ilimdir bilimdir.”
18 bin insanımızın can kaybına sebep olan büyük 1999 Marmara depreminden yeterli dersleri almış ve gereken önlemleri alabilmiş olsaydık, elbette bu kadar can ve mal kaybı olmazdı. Hala bütün bunlara kader ve takdir ilahi diyenlere şunu söylemek istiyorum. Kendimizi trafikte arabaların altına atsak budamı kader?
Peygamber efendimiz, yanına gelen bir mümine , “ git eşegini sağlam kazığa bağla öyle gel yanıma” der. Hiç olmazsa bu feleketten gereken dersleri alalım ve bir an evvel gerekeni yapalım bari. Olmaz mı?